13 Şubat 2023 Pazartesi

 

Dr. İsrafil Kuralay

 

Budapeşte’de Türk izleri





 

Orta Avrupa’nın şirin ülkesi Macaristan’a farklı nedenlerle farklı zamanlarda gitme imkânı buldum. Biz Macaristan’ı bir Balkan ülkesi olarak değerlendiririz ancak Macarlar kendilerinin bir Avrupa devleti olduğunun altını çizerler. 165 yıl Osmanlı idaresinde kalan Macarlarla hikâyemiz çok uzun zaman önceye dayanmaktadır. Hunlar zamanında Orta Asya’da aynı milletin evlatları olarak bozkırlarda beraber at koşturmuşuz.  Batıya olan uzun yolcuğumuzda Macar Türklerinin yolu Avrupa’ya bizimki Anadolu’ya düşmüş.  Yüzyıllar sonra bir kökten gelen farklı iki dine mensup iki büyük devlet olarak karşı karşıya gelmişiz. Macaristan, Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1526 yılında fethedildi. Osmanlı fethettiği her yere medeniyet eserlerini de götürmüştür. Bugün Macaristan topraklarının her yerinde Osmanlı devletinin yaptırdığı eserlerle karşılaşırsınız.  Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Macaristan’da Osmanlı eserlerinin büyük çoğunluğu yok edilmiştir.

Macaristan ile Türkiye arasında ilişkiler en üst düzeyde olumlu seyrediyor. Bu iyi ilişkiler Macaristan’ın Türk Devletler Topluluğuna gözlemci konumunda katılımını sağladı. Macaristan’ın topluluğa katılmasında en önemli sebeplerden bir tanesi de Macarların Türk kökenli olmalarıdır. Türklük konusu Osmanlı döneminde gündeme gelmemiş çünkü Ortaçağda din daha baskın unsurken Fransız İhtilalinden sonra milliyet öne çıkmıştır. Yıllardır Macaristan’da Büyük Kurultay düzenlenerek Türk halklarının katılımıyla önemli etkinlikler düzenlenmektedir.

Birinci dünya savaşıyla dağılan Macaristan İmparatorluğu hem topraklarını hem de nüfusunu kaybetti. Bugün Macaristan’da 10 milyon insan yaşarken bir o kadarda Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bulunmaktadır. Macaristan nüfusunun beşte biri yaklaşık 2 milyon kişi başkent Budapeşte’de ikamet etmektedir. Bu yazıda Budapeşte’deki Türk izlerinden söz edeceğim. Macaristan’ın her şehri için ayrı bir yazı konusu olur.

Budapeşte Tuna Nehri’nin iki yakasında kurulmuş tarihi eserlerle dolu bir şehirdir. Tuna Nehri Buda ile Peşte’yi birbirinden ayırıyor. Tuna öyle geniş bir alan kaplıyor ki adeta denize benziyor. Tuna Budapeşte’de durgun ve sakin akıyor, ortasında Margaret adası bulunuyor. Bizim İstanbul’daki Kız Kulesi gibi onunda efsaneye dayalı bir hikâyesi var. Kral kızı Margaret’i korumak için adayı imar etmiş. Tuna’nın batı tarafı Buda yani bizim Nazlı Budin, doğu tarafı ise Peşte 1800’lerin sonlarında birleşerek Budapeşte olmuş.  Budapeşte çok sayıda tarihi esere sahip görülmeye değer bir şehir olarak ziyaretçileri kendine çekiyor. Osmanlıdan kalan eserlerin izleri Budin tarafında bulunuyor.

Gülbaba sizi çağırıyor



Budapeşte’ye giden Türklerin ilk uğrak yeri Budin’de bulunan Gülbaba oluyor. Gülbaba Kanuni zamanında Budapeşte’ye yerleşmiş bir dervişi.  Bir Türk için yüzyıllardır bu şehirde nöbet tutan Gülbaba’dan destur almadan şehre girmek bir ayıp sayılır. Kaldı ki sadece Türkler değil Macarlarda Gülbaba’yı seviyor ve ona hürmet ediyorlar. Adeta birleştirici unsur olarak varlığını sürdürüyor. Bundan birkaç yıl önce gittiğimizde sadece Türbe ve bahçesinde birkaç mezar taşı vardı.

 Bu defa bir güzel hoş bir gelişme ile daha karşılaştık. Budapeşte’ye hâkim bir noktada bulunan Güllü tepenin üzerinde bulunan türbenin girişinde yapılmış Gülbaba anıtı sizi karşılıyor.  Türbe, bahçesi ve mezar taşları yeniden gözden geçirilerek tamir edilmiş. Türbenin alt tarafında yeni bir müze yapılmış. Koridor tarzında yapılmış müzede Macaristan’daki Türk tarihi çeşitli eserler vasıtasıyla anlatılmış. Bir gravür dikkatimi çekti Osmanlı döneminde Budapeşte’nin görünümü cami siluetinin egemen olduğu İstanbul’a benziyor. Artık o görünümden eser yok. Şu anda Budapeşte’de bir tek tarihi cami bulunmuyor.  Macaristan’daki bu hafıza müzesi TİKA ve Macaristan Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle yapılmış. Müzede küçük kahve hediyelik eşya satış bölümü ziyaretçilere hizmet ediyor. Rehber eşliğinde dolaştığımız türbeden Gülbaba hakkında yazılmış bir kitap alarak çıktık.

Kitapta Gülbaba’nın nereli olduğuna ve ne zaman yaşadığına dair bilgiler bulunuyor. Evliya Çelebi türbede bulunan bir beyitten dolayı Gülbaba’nın Merzifonlu olduğunu ifade eder. “Merzifon’dan gelerek tuttu vatan / Şah Süleyman zamanı Güllü Baba.”  Bugün Gülbaba’nın kim olduğundan öte iki toplum arasında bir dostluk simgesi olarak varlığını sürdürüyor.

Son Vali: Vezir Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa


Osmanlı Devleti’nin çekildiği yerlerde büyük dramlar yaşandı ancak ne tarih hakkıyla bunu yazdı ne de millet hatıralarında yaşatabildi. Budin’in son valisi Vezir Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa 70 yaşında şehit oldu.  Kahramanlığını düşmanları Askeri Tarih Müzesinin bahçesindeki mezar taşına yazarak tescil ettiler. “145 yıllık Türk Egemenliğinin son Buda Valisi Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa bu yerin yakınında 1686 Eylül ayının 2. günü öğleden sonra yaşamının 70.yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı, rahat uyusun!”

Camisiz Mahzun Minare




Budapeşte yakınlarında Erd Kasabasında Hamza Bey Palankası Camii Hamza Bey tarafından yapılmış. Türk hâkimiyetinden sonra kaderine terk edilmiştir. Daha sonra sel nedeniyle yıkılmış ve sadece minare kalmış. Kasabanın girişinde yolların kavşağında yıllara meydan okuyan minarenin mahzunluğu yüreğimi burktu.  Mescidin bulunduğu alana sonradan betondan bir mihrap yapılmış. Minareyi ve mescidi şenlendirmek için ezan okuyup vakit namazını kıldım. Burası mamur iken namaz kılan müminlere dua ettim.

Galiçya Şehitliği



Birinci Dünya Savaşı sırasında Galiçya Cephesinde 1916-1917 yıllarında 15.Kolorduya mensup 1050 askerimiz şehit olur. Macaristan’ın farklı bölgelerinde şehit düşen askerlerin bazılarının naaşları Budapeşte yakınlarındaki Türk Şehitliği’nde toplanmıştır. Bu mezarlıkta 480 şehidimizin adları kayıtlıdır. İsmi meçhul olan şehitlerimiz de var. Şehitliğin yan tarafında Müslüman mezarlığında çok eski dönemlere ait Türklerin mezarları bulunuyor.

Budapeşte Kalesinde Türk Şehitliği

Akşam yemeğinde Budapeşte’de yaşayan Türk dostlarla sohbet ederken kalede Türk Şehitliği olduğunu anlattılar. Vakit geç olmasına rağmen görmek istedim. Kalenin içinde 10-15 civarında mezar başı toplanmış ve etrafı çevrilmiş. Bunlar binlerden tarihe, yok edilmeye direnip ayakta kalanlar. Bize de Fatiha okumak, dua etmek nasip oldu.

Budapeşte görülmeye değer bir şehir. Türk tarihi açısından da çok şey ifade ediyor. Ancak geriye çok az iz kalmış. İzler sürülürse yeni eserler ortaya çıkacaktır.


 









 



4 Şubat 2023 Cumartesi




ÜSKÜDAR'DA YAŞAMAK


      Üsküdar bir ulu rü'yayı görenler şehri!                                                               
                 Seni gıptayla hatırlar vatanın her şehri!  
                                                                                      Yahya Kemal BEYATLI






































































27 Ocak 2023 Cuma

TÜRKİYE, DOĞU TÜRKİSTAN’A SIRTINI DÖNMEZ!

(NASİP OLURSA BU BLOGDA, BİR GRUP DEĞERLİ İNSANLA BİRLİKTE ZAMAN ZAMAN DÜŞÜNCELERİMİZİ, SÖYLEMEK İSTEDİKLERİMİZİ PAYLAŞACAĞIZ. BU DA BENİM BLOGDAKİ İLK YAZIM. HAYDİ BİSMİLLAH!)


            Çin, uzun zamandır, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de Doğu Türkistanlıların sivil hak arayışı ve tepkilerini sindirmeye çalışıyor. Bunu devletler düzeyinde yaptığı gibi kontrolü altına aldığı/kendine meftun odaklar yoluyla yürüttüğü de biliniyor.
            Türkiye ise yeni bir uluslararası düzenin ve kamplaşmanın şekillendiği bir konjonktürde var olabilme ve etkin bir varlık gösterebilmenin mücadelesini veriyor. Öyle ki kimi "müttefik"lerinin silahları da üzerine çevrilmiş durumda. Dolayısıyla, uluslararası politikada bir denge politikası uygulama mecburiyetinde kalmaktadır. Elbette, yapılan yanlış uygulamaları gerektiğinde en sert şekilde eleştirmeliyiz ama bu gerçeği de göz ardı etmemek üzerimize düşen önemli bir sorumluluktur. 
        Ne var ki bu vaziyeti fırsat bilen bazı kesimlerin Uygurlar meselesi yoluyla içte ve dışta Türkiye'nin itibarını zedelemek, ülkeyi Çin'e yandaşmış gibi göstermek telaşına düştükleri görülmektedir. 
            Öncelikle, şu hakikati hiç unutmamanın her Doğu Türkistanlının boynuna bir borçtur kanaatindeyim:
                Türkiye, Osmanlı Devleti döneminden başlayarak, bugüne kadar Doğu Türkistan meselesine gözlerini hiç yummamış, hiç bir zaman orada yaşanan gelişmeleri görmemezlikten gelmemiştir. Her zaman, gizli ya da açık, başka hiçbir ajandası olmadan her zor zamanında elinden gelen her türlü desteği göstermiştir. Bununla ilgili yüzlerce belge, tanıklık, yaşanmışlık vardır; uzak-yakın tarih buna şahittir. Hatta Doğu Türkistan'la ilgili faaliyetlerin bir gizli genelge ile baskı altına alınmaya çalışıldığı 1990'lı yılların sonlarında bile, dönemin başbakanının, o yılların en önemli Doğu Türkistan sivil toplum teşkilatı başkanına özür mahiyetinde bir mektup gönderdiğinin bizzat tanıklarından biri de benim.



       Dolayısıyla Doğu Türkistan meselesinde Türkiye'yi duyarsızlıkla suçlamak, en azından insafsızlıktır. Evet, yapılan yanlışlıklar, uygulamaya çalışılan yanlış politikalar olabilir, yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi, olmuştur da. Ve elbette böyle yapıldığında mutlaka eleştirilmesi, yanlışlıklar güçlü bir şekilde ortaya konulmalıdır. Ancak bunu yaparken, Türkiye'yi suçlar bir dil kullanmaktan her zaman özenle kaçınmak gereklidir. Kimi zaman, bilerek ya da bilmeyerek, kişisel ya de değil de olsa sergilenen yanlış tavırlar Türkiye'yi Türk dünyasına kötü göstermeye çalışanlara malzeme haline getirilmemelidir. Unutulmamalıdır ki, Doğu Türkistan davasının dünyadaki en samimi hamisi hep Türkiye Türkleri olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
        Bu vesileyle yaşadığım ilginç bir olayı da burada paylaşmak istiyorum. Dünyanın en etkili gazetelerinden kabul edilen yabancı yayın organlarından biri, bana ulaşarak, Türkiye'nin Uygurlar politikası diyerek özetleyebileceğim bir konuda görüşlerimi almak amacıyla mülakat yapmak istedi. Ben de yukarıda yazdıklarım çerçevesinde cevaplar verdim. Ama beklentinin farklı olduğunun da idrakindeydim. Nitekim öyle de oldu ve yayınlanmadı. Eminim ki, Türkiye'ye yönelik eleştirel ifadelerde bulunmuş olsaydım, başka türlü olurdu.
          Velhasıl tekrar etmek isterim mi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türkleri Türkleri Uygur Türklerini hiçbir zaman yalnız bırakmadı, bırakmaz da. Görünürdeki vaziyet ne olursa olsun. Çünkü bu bir kardeşlik borcu olduğu kadar Türkiyemiz için bir beka meselesidir ve siyaset üstü bir konudur.
            Bu mesele böyle de bilinmelidir...

25 Ocak 2023 Çarşamba

 Hayırlara vesile olsun inşaallah

Benim blogger ismi “köşe taşı”( şimdilik)

                         Bekir yıldızcı



24 Ocak 2023 Salı

Az Bahsi

Bu mecradaki yazılarımıza güzel Türkçe'mizdeki "az" kelimesi hakkında hasb-i hâl ederek başlayalım. Tek heceli, iki harfli derin bir derya: AZ

Ele avuca sığmayan, dağlar kadar ağır, ovalar kadar engin duygularımızın vefakâr taşıyıcıları olan kelimelerin her biri bir başka güzel. Sağlı sollu saldırılara rağmen dipdiri, dimdik duran güzel lisanımızın güzel kelimeleri. Bugün binlerce kelime arasından bu kısacık söz/cük bize göz kırptı. Her yönüyle "ismi ile müsemmâ" başka bir kelime var mı acaba? Şu güzelliğe bakar mısınız? "Az"dan neyi kastettiğimizi, kullandığımız kelime daha dudaklarımızdan çıkarken belli ediyoruz. "Az" derken bile "az" harf kullanıyoruz. A ve Z'den ibaret. Biraz abartı gibi gelebilir ama gerçekten bu derinliği düşündükçe içim bir tuhaf oluyor. Az ama "öz"ün ete kemiğe bürünmüş hali. Alfabenin ilk harfi ile son harfi. Arada kalan harfler bu ikisi arasına gizlenmiş adeta. Hepsinin adına çıkıyorlar dudaklarımızdan. Zira "az"ı ifade ederken çokluk olmaması lazım. "Çok" dedim de aklıma geldi, bu "az" kelimesi o kadar muhteşem bir yapıda ki, zıddını bile hizaya getirmiş. Kendisindeki azlık zıddına yansımış. Yukarı-Aşağı, Üst-Alt, Yeryüzü-Gökyüzü, vb. derken dikkat ederseniz, zıtlarda bir uyum var. Az-Çok ikilisindeki uyum "az"ın azlığından kaynaklanıyor. Çok'u ifade ederken bir sürü heceden oluşan bir kelime bulunsaydı "az"a  gerçekten ayıp olurdu.    

Ve "az"ın şânına uygun bitirelim yazımızı. Az ve öz konuşmak için "Öz"e müracât edelim:

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ

 قَلِيلًا مَا تَشْكُرُونَ 

Ne kadar da az şükrediyorsunuz!
(A'râf Suresi 10.Ayet)

Vesselam..  

18 Kasım 2013 Pazartesi

New York’ta neler gördüm?

New York’ta neler gördüm?

28.08.2013Yorumlar Kapalı

New York’u planlayanlar onu gökdelenler tarlası olarak planlamışlar. Zaten New York’ta gördüğünüz her şey düşündüğünüzden daha büyük ve kaba. Fonksiyonel, ancak estetikten yoksun.


İSRAFİL KURALAY
Tarihî değerlere sahip olmayan şehirler beni sıkar. Onlardan bir an önce kaçmak isterim. Hele imajı kendisinden önce gelen şehirler büsbütün dayanılmaz oluyor. Bunların başında New York ve Tokyo geliyor. New York modern, sevimsiz gökdelenlerin merkezi. Yaşayanların büyük çoğunluğu göçmenlerden oluşuyor. Belirsiz bir hedefe doğru koşan, arayış içinde sağa sola savrulan kalabalıklar caddeleri doldurmuş. Tokyo’da da durum aynı, kalabalıklar hızlı bir şekilde koşturup duruyorlar. Tek fark herkesin Japon olması. Tokyo’yu görünce yaşadığım şoku unutamıyorum. Kafamdaki Japonya ve Japonlarla ilgili görkemli ve geleneklere bağlı imaj yerini hayal kırıklığına bırakmıştı. Bir tarafta büyük devasa binalar, diğer tarafta kötü gecekondu benzeri binalar. Kötü ve plansız bir şehir. Gözüm hep filmlerde gördüğümüz geleneksel binaların önlerinde geleneksel kıyafetlerle dolaşan Japonları aradı. İyi Japonlar Samuray atlarına binerek ülkeyi terk etmişler. Geriye modern Batılı taklidi yapan adamlar kalmış. Güler yüzleri, samimi yaklaşımları istisna. Aynı durumu İstanbul için de söyleyeceğim, ancak tarihî eserler beni bundan alıkoyuyor. Tokyo’yu Maslak’la Sanayi Mahallesinin birleşimi bir yer olarak tasavvur edebilirsiniz.
ABD-NY
Gökdelenler tarlası
New York’u ilk gördüğümde bu şehri tekrar görmeye gerek var mı diye düşünmüştüm. Dünyanın en eski ve en çok gökdelenine sahip büyük bir metropol. Empire State binasının 1931 yılında dünyanın en büyük binası olarak yapıldığını duyunca çok şaşırmıştım. Yaklaşık 80 yıl önce bu tür binaların planlanarak yapılması iyi bir hesap kitabın yapıldığını gösteriyor. Özellikle Manhattan’ın ilk yerleşim bölgesinin dışında cetvelle çizilmiş bir şekilde planlandığını görünce her şeyin bir hesaba dayalı yapıldığını anlıyorsunuz. Bir taraftan da insan üzülüyor. Keşke dünyanın en güzel coğrafyasına sahip bu şehir daha estetik, daha zarif planlansaydı. Nitekim New York Şehir Müzesinde gördüğümüz planlar ve film de bunun bir ispatı idi. Maalesef New York’u planlayanlar onu gökdelenler tarlası olarak planlamışlar. Zaten New York’ta gördüğünüz her şey düşündüğünüzden daha büyük ve kaba. Fonksiyonel, ancak estetikten yoksun. Bulvarlar, caddeler oldukça geniş ve uzun. Bütün bulvar ve caddeler birbiriyle kesişiyor. Ufak bir matematik hesabıyla ulaşım planını çözmeniz mümkün. Bütün güzergahları doğu, batı, kuzey, güney olarak düzenlemişler.Metrodan insan profili
Metro sistemi de buna göre yapılmış. New York dünyanın en uzun metro ağına sahip bir şehir. Yerin altında eski bakımsız, ancak sağlam bir raylı sistem var. İstasyonlar eskimiş, trenlerin birçoğu eski. Yeni vagonlar da var, ancak çoğu eski ve çok gürültülü çalışıyor. Bununla beraber trenler çok hızlı çalışıyor. Yolcular kalabalık; her ırktan, her renkten insan görmek mümkün. New York’un insan profilini çıkarmanın en kolay ve kestirme yolu metroya binmekten geçiyor: Çinliler, Japonlar, Asyalılar, Avrupalılar ve Siyahlar.
Bu toprakların asıl sahiplerini ve onların kültürlerini ancak müzelerde görebilirsiniz. Müzelerde maketleri yapılmış Kızılderililerin ne kadar zengin bir kültüre sahip olduklarını anlıyorsunuz. New York metroları Washington’un tersine çok canlı. Herkes birbiriyle konuşuyor, şakalaşıyor. Washington’da herkes resmîdir. Kimse kimseyle konuşmaz. Siyahlar daha dinamik ve konuşkan. Gecenin geç saatlerinde gösteri yapan siyah gençlerle karşılaşırsanız şaşırmayın. Metroda vagona şarkılar söyleyerek binen, gözlerinden ateş fışkıran kızlı erkekli gruplar insanı ürkütüyor. Giyim kuşam ayrı bir âlem…Yerin altı gibi yerin üstü de hareketli. Hele mesai saatlerinin bitiminde her yer insan kaynıyor. Dev binaların arasında adeta yarıyormuş gibi hedefe koşuyor insanlar.
ABD-timesquaremanhattan
Times Square, Manhattan
Reklamcılar için laboratuar
Hafta sonları Times Square meydanı insan kaynıyor. Dünyanın her yerinden insan grupları bu meydanda yürümek için yarışıyor. Büyük binaların cepheleri dijital ekranlarla süslenmiş. Dev ekranlarda reklam spotları dönüyor. Burada da bütün markalar birbiriyle yarışıyor. Meydanın dört köşesinden reklamlar sizi esir alıyor. Hangisine bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Reklamlar kadar ekranlar da birbiriyle yarış halinde. Burası açık hava reklamcıları için bir laboratuar. Dünyanın en pahalı reklam mecralarının bunlar olduğu söyleniyor. Reklamları seyretmek için oturma platformları oluşturmuşlar. Kapitalizmin göstergesi reklam sektörü burada zirve yapıyor. Binaların altlarındaki barlar, kafeler hınca hınç dolu. Times Square etrafında bulunan büyük gösteri merkezleri yıllardır aynı oyunu sergiliyorlar, ancak yer bulmak kolay değil. Bu açıdan baktığımızda New York’un gösteriler şehri olduğunu söyleyebiliriz.Müzeler hayatın merkezi
New York’ta görülmeye değer tarihi eser yok ama görülmesi gereken müzeler var. Bunların başında Metropolitan Sanat Müzesi geliyor. Gerçekten zengin bir müze. İslâm coğrafyasından giden çok sayıda eseri de orada görmek mümkün. Özellikle Kızılderililerle ilgili bölüm mutlaka görülmeli. Filmlerde anlatıldığının aksine Kızılderililerin gelişmiş bir kültüre sahip olduklarını göreceksiniz. Diğer güzel bir müze de Tabiat Tarihi Müzesi. New York’a gidince size ilk olarak görülmesi gereken yer olarak 5. Cadde, Central Park ve Özgürlük Anıtından söz ederler.
5. Cadde modanın merkezi. Bilinen önemli markaların teşhir mağazaları burada. Hattâ 5. Cadde üzerindeki Central Park’a bakan evlerin diğerlerinden daha pahalı olduğu ifade ediliyor. Özgürlük Anıtı New York’un yakınında bir adada bulunuyor. Çok sayıda turist anıtı görmek için gemilerle adaya taşınıyor. Uzaktan bir defa 5 dakika görmek yeterli olur diye düşünüyorum. Central Park da tarihî bir park. Güzel planlanmış, engebeli bir araziye sahip. Birçok önemli gösteri ve olaylara şahitlik etmiş. Biz dolaşırken mavi formalar giymiş bir grup gösteri yapıyordu. Buralarda parklar ve müzeler adeta hayatın merkezi. Bizde müzeler ve parklar soğuk ve canlı mekanlar değildir. Sanki insanların gitmemeleri için yapılmışlar. China Town ve Küçük İtalya görülebilecek mekanlar arasında. Çin Mahallesi’nde Çin’i, Küçük İtalya’da İtalya’yı yaşıyorsunuz. Çin Mahallesi kabalık ve çok canlı. Çok sayıda alışveriş merkezi var. Küçük İtalya’yı daha çok sevdim. Daha düzenli ve gösterişli duruyor.
ABD-NYrk
New York Kitap Fuarında Kültür Bakanlığı da olmalı
Yönetim Kurulu üyemiz Mehmet Develioğlu başkanlığında İTO 29 ve 30 No’lu komite üyelerinin de yer aldığı bir heyetle New York Kitap Fuarına katıldık. Fuar tamamen profesyonellere yönelik. Halk katılımı yok. Buna rağmen katılım yoğun. Daha çok Amerikan pazarını esas alıyor. 10’a yakın yabancı ülke katılımı da var. Bunların başında Çin ve Rusya geliyor. Dikkatimi çeken konu, bütün kültür organizasyonlarında Rusya ve Çin’in olması. Dillerinin ve alfabelerinin zorluğuna rağmen bu tür organizasyonlara gösterişli standlarla katılıyorlar. Bilemiyorum bu bir devlet politikası mı? Amerika kıt’a ölçeğinde ülke, biz de Kültür Bakanlığı aracılığı ile tanıtım standıyla katılsak faydalı olur kanaatindeyim. İstanbul Ticaret Odasının geleneği gidilen ülkelerdeki temsilcilikleri ziyaret etmek. Bu defa da gelenek bozulmadı. New York Başkonsolosumuzu ve Ticaret Ataşemizi ziyaret ettik. Başkonsolosumuz Amerika’yı yakından bilen, tahsil hayatı orada geçmiş bir diplomat. Yapmamız gereken çok iş, almamız gereken çok mesafe olduğundan söz ediyoruz. Son yıllardaki ekonomik büyümenin getirdiği olumlu yansımaların devam etmesi için daha çok ticaret yapılması gerektiğini vurguluyor.100 liralık ürüne 50 liralık hediye
New York’ta büyük alışveriş merkezleri var. Her yer tıklım tıklım. Kıyafetler oldukça ucuz. İyi bildiğiniz markaların ucuzluk tezgâhlarında satıldığına şahit oluyorsunuz. Sanki bu şehirde yaşayanların ortak kültürü alışveriş yapmak. Dışarıdan gelenler de bu cazibeye kapılıyorlar. Turistler ellerinde büyük bavullarla satış merkezlerinde ürün avına çıkmış durumdalar. Adeta batan geminin mallarına saldıran korsanları andırıyor müşteriler. Bir alana biri bedava, 100 lira etiketli mallara 50 lira gibi cazip ödüller de var.
ABD-ticmerkeziyerine
11 Eylül’de yıkılan Dünya Ticaret Merkezi yerine yapılan bina.
11 Eylül’ün sembolü havuzlar
New York’un son yaşadığı büyük acı, 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırı düzenlenmesi. Kimler tarafından nasıl yapıldığı hâlâ tartışılsa bile büyük fatura Müslümanlara çıkarıldı. Yolcu uçaklarının bomba gibi kullanılarak çelik kulelerin yıkılması hâlâ hafızalarımızda. Saldırılarda 3 bine yakın insan öldü. En büyük zayiatı itfaiyeciler verdi. Anlatılanlara göre polis havadan olayın tamamını görüyor ve ekipleri uyarıyor. Ancak itfaiye ile polis arasında irtibat olmadığı için itfaiyeciler uyarılamamış. Yıkılan kulelerin yerine iki tane havuz yapılmış. Havuzların çevresi ölenlerin isimlerinin yazıldığı duvarlarla kaplanmış. Havuzların iç içe geçmiş iki havuzdan oluşması, her tarafından sular akıtılması, olayı anlatmak açısından iyi bir sembolik çalışma. Aynı bölgede New York’un en yüksek binalarının inşaatı devam ediyor.Siyahların yurdu Harlem
New York güvenlik sorunları da yaşamış. Hırsızlık, kapkaçın yanı sıra daha ciddî sorunlar. Hepimizin adını filmlerden, müziklerden bildiği Harlem bir zamanlar girilemez bölge imiş. Burası siyahların yurdu imiş. Aynı zamanda Malcolm X’in, Ray Carles gibi ünlülerin mekanı. Ünlü cazcılar bu bölgede yetişmiş. Malcolm X, hayatını yıllar önce okuduğumda çok etkilendiğim bir isim. Ömrü hem kendisiyle hem de çevresiyle mücadeleyle geçen adam. Harlem’de uyuşturucu, alkol gibi her türlü çirkinliği yaşadıktan sonra hapiste Müslüman olması… Müslümanlığı siyahların dini olarak anlaması… Beyaz adamı şeytan olarak görmesi… Elijah Muhammed’in grubuna dahil oluşu… Mekke’ye gidince Müslümanlığın bütün ırkların dini olduğunu görmesi… Hacdan döndükten sonra mücadele biçimini değiştirmesi ve öldürülmesi… Koca kalın kitaptan satırbaşlarıyla aklımda kalanlar bunlar. Herkese bu kahramanın hayat hikâyesini anlatan kitabı okumalarını, filmini izlemelerini öneririm. Amerika’yı ve siyahları anlamak açısından da film mutlaka izlenmeli. Harlem’den geçerken siyah şoförümüze Malcolm X’i soruyorum. Gözleri ışıldayarak bana bakıyor. Adeta nereden biliyorsun der gibi. Bir caddenin adının Malcolm X Caddesi olduğunu söylüyor. Biraz siyahlardan ve Siyah Müslümanlardan konuşuyoruz. Arabadan inerken büyük samimiyetle bana teşekkür ediyor.
ABD-ozgurluk
Göçün izleri
Bütün bu debdebesinin yanı sıra New York büyük sıkıntılar atlatmış bir yer. İlk yerleşimden sonra büyük göçler almış. Sonradan gelenler önceden gelenler tarafından sıkı denetimlerden geçirilerek kabul edilmişler. Ellis Adası Göçmen Müzesinde bunların izini görebiliyoruz. Müzenin girişinde o dönem gelenlerin bavulları ve eşyaları sergilenmiş. Bir an 1961 yılında Almanya’ya giden işçilerimiz aklıma geldi. Hani görüntüyü hatırlayın, tahta sandıklarla Almanya’ya gitmek için Sirkeci Garında toplanan insanlar. Müzede seyrettiğim görüntüler de bana yabancı gelmedi. Dişinden tırnağına kadar doktor muayenesinden geçen, mahzun garibanlar. Önce gelenler, beğenmediklerini geldikleri gemilerle geri göndermişler.